1800’lü yıllarda insanlar kafanın şeklinden kişiliğinizi anlamaya çalışıyorlarmış. Kafanın bu bölgesindeki çıkıntı korkuyla ilgili, şu bölgesindeki girinti felesefi bir kişiliğiniz olacağını gösteriyor filan gibi şeyler söylüyorlarmış. “Frenoloji” diyorlarmış buna da, yani zihin bilimi. Ama gerçeklikle ilgisi yok, bilim filan değil, bilim kılığında kurgu. Yani ben de mesela tam şu anda şöyle bir şey diyebilirim. Beynin bu bölgesi alacakaranlık kuşağıyla ilgili, şu bölgesi çok fazla X-Files izlediği için çıkıntı yapmış. Aaa bir dakika, ben bu kafayı biliyorum ya. Bu Vince Gilligan’ın kafası! Hani şu tüm zamanların en iyi dizilerinden Breaking Bad’i, sonra da Better Call Saul’u yapan adam. İşte bu adam şimdi de PLURIBUS diye yeni bir diziye başladı ve ilk bölümü tüm zamanların en iyi açılışlarından biri oldu. O kadar iyiydi ki geçen Cuma günü yayınlanır yayınlanmaz izlemeye başladığımda gözlerime inanamadım, çünkü yoğun ilgi nedeniyle Apple TV çöktü, yarım saat kendine gelemedi. Ama tüm bu aksamalara rağmen gerçekten de çok iyi bir iş çıkmış ortaya. Bu kafanın tüm bölgeleri, tüm yeteneklerini döktürmüş bu yapımda: Psikolojik gerilim, felsefi bilim kurgu, karaktere dayalı drama, korku atmosferi, hepsi var.
Görev Zamanı: T+00:47:23 | SSO Yörünge Yüksekliği: 610 km
Kontrol panelimin ekranında yeni modülün telemetrisi beliriyor. SpaceX Starship’in kargo bölümünden ayrılalı kırk yedi dakika oldu. İşte şimdi işimiz başlıyor.
“Starcloud Merkez, burası DC-5, Compute-17 modülü görüş alanında. Yaklaşma vektörleri nominal.”
Dışarı bakıyorum – tabii “dışarı” derken Cupola modülünün 360 derecelik camından. Yeni modül güneşte parlıyor: 14 metre uzunluğunda, 100 tonluk bir kutu. İçinde 300 rack Nvidia GB200 NVL72 var – 40 megawatt işlem gücü. Tek bir modül, dünyadaki ortalama bir hiperscale veri merkezinin yarısı kadar güçlü.
“Elektriği o kadar ucuz hale getireceğiz ki, sadece zenginler mum yakacak.” – Edison, 1880, New York Herald Gazetesi’ndeki röportajdan.
Tam o sırada Fransa’da çamaşırlarını “Lavoir”de yıkayan kadınlar.
—-
Sizi bilmem ama ben çocukluğumda Jetsons izleyerek büyüdüm. Orada Rosie diye bir robot vardı. Alüminyum gövdeli, bataryayla çalışan, “tra-la-la-la” diye şarkı söyleyen robot bir hizmetçi. Onun sahibi Jane Jetson’ın tek derdi güzellik salonuna gitmek ya da dedikodu yapmak için vakit ayırmaktı, çünkü ev işleri çok yorucuydu. Sonra Deus Ex Machina! Rosie geldi. Ev işlerini o üstlendi. Yemek yaptı, temizlik yaptı, Elroy ile top oynadı. Altın kalpli bir makine, bizim de gönüllerimizde yer etti.
Paris. 19 Ekim 2025. Sabah saat 09:30 civarı.
Louvre’un Seine nehrine bakan cephesinde, şantiyelerdekine benzeyen bir hareketlilik var. Bir kaldırma sepeti, altın yaldızlı bir pencereye doğru yükseliyor. Dakikalar sonra, Apollon Galerisi’nde alarmlar çalıyor. Vitrinler kesiliyor, camlar kırılıyor. İçeriden Napolyon dönemine ait, “hesaplanamayacak kadar değerli” mücevherler alınıyor. Yaklaşık yedi dakika. O kadar sürdü her şey. Sonra motosiklet sesleri uzaklaştı. Dışarıda, aceleyle düşürülmüş, hasar görmüş bir taç kaldı. Müze boşaltıldı. Tüm Paris bunu konuştu. Tüm Dünya bunları izledi.
“Uzaydaki daha yüksek bir zekâdan
ne olmayı hedefleyebileceğimizi öğrenmeye çalışıyorum.”
Temmuz 2025’in ilk günü, Şili’nin Rio Hurtado vadisinde bir teleskop rutin gece taramasını yaparken garip bir şey fark etti. Gökyüzünde hızla hareket eden bir nokta vardı. Rotasına ve hızına bakarak hemen bazı hesaplamalar yaptılar. Ve çok sıradışı bir şey buldular: bu nesne Güneş sistemimize ait değildi. Başka bir yıldız sisteminden geliyordu ve şu anda tam da bizim yakınlarımızdan geçiyor. Mars’la Dünya yörüngelerinin arasından, 270 milyon km kadar uzağımızdan. 30 Ekim’de de Güneş’e en yakın noktaya ulaşacak ama o kadar hızlı gidiyor ki Güneş’in bile çekim etkisinden kurtulup yoluna devam edecek, diye umuyoruz.
Kuantum Tünelleme
Bugün size tam yüz yıl önce başlayan çok ilginç bir olayın en son bu hafta Nobel ödülüne nasıl dönüştüğünü anlatacağım. 7 Ekim 2025’te Stokholm’de bu yılın Fizik Nobel Ödülünün, üç bilim insanına, John Clarke, Michel Devoret ve John Martinis’e verildiği açıklandı. 1.2 milyon dolar tutarındaki ödülü aralarında paylaşacaklar.
Peki neden bilim dünyasının bu en prestijli ödüllerinden birini almaya hak kazandılar? Çünkü bu üçlü 1980’lerin ortasında o zamanlar için imkânsız görünen bir şeyi başardı. Hani “Kuantum” deyince aklımıza gelen o tuhaf, o “sadece atom ölçeğinde geçerli” denen ilginç özellikler var ya, hani sezgilerimize aykırı filan diyoruz ama yine de oluyor. İşte kuantum dünyasının o ilginç özelliklerini elimizde tutabileceğimiz kadar büyük bir sistemde gösterdiler. Süperiletken bir elektrik devresinde, milyarlarca elektron sanki tek bir parçaymış gibi davrandı ve kuantum tünellemesi yaptı. Bu kuantum tünellemesi denen şey acaip ilginç bir konu ve ona geleceğiz az sonra. Şimdilik duvara çarpan bir topun, duvarda hiçbir delik açmadan öbür tarafında belirdiğini hayal etmekle yetinin. Dedim ya sezgilerimize aykırı diye.